30 Mayıs 2007 Çarşamba

Ben kendime çekmeye çalıştıkça gücü elverdiğince geriye doğru itiyor kendini. Beli eğriliyor, o derece, ama belli alışık. Neredeyse ikiye katlanacak ama ben kuvvetimi artırdıkça hemen mukavemetini yükseltiyor. Anlık bir titreme giriyor aramıza o anlarda ve sonra dengeye oturuyor sarf ettiğimiz karşılıklı güç. Saatlardir böyleyiz ama ona öyle geliyor gibi değil. Her an, ilk anki kadar mücadeleci. Ne fazla, ne az. Kollarımın ve omuz başlarımın moral motivasyonunun, bu durağanlık karşısında çaptan düşmesi gerekirken ben de kendimi kaptırmış gözüküyor ve terlemiş avuç içlerimle kavrayışımı sıkılaştırıyorum. Bunu fark ettiğim anlarda odaklanmam bir parça seyrelir gibi olsa da kendimi hemen toparlayıp karşı atağa geçiyorum. Sonra onun gösterdiği karşı dayanım ve sonrasında herşey kendini tekrar edip duruyor.
Dünyayı, üzerinde yaşadığımız için evrenin merkezi olarak görürüz. Aynı sahiplenme ve korkuya bağlı olarak sahip olduğumuz beden de, içinde yaşadığımız için, dünyanın merkezi gelir bize. Daraltabildiğimiz kadar algılayabildiğimiz fikrini kim soktu aklımıza? Önemli değil. Nihayetinde, her eşittirin karşısına kendimizi yazarız. Gökyüzüne baktığımızda dikkatimizin dağılması sonucu, kayıp elimizden düşen ve kırılan cam oyuncaklar gibidir bu nevi düşünceler. Bu yüzden günün birinde, insanoğlu, gökyüzünü göremeyeceği bir yüryüzünde yaşamaya mahkum edilecektir. Hayal edebilmesinin temelini teşkil eden uçsuz bucaksızlık, her bulduğu duvara kendi adını yazmaya meraklı insan soyundan sorgusuz sualsiz alınacaktır.

10 Mayıs 2007 Perşembe

sana büyük caddelerin birinde rastlasam...

8 Mayıs 2007 Salı

Özgür bir kadındı. Cümle böyle geçmiş zaman hissiyle bitince sanki sonradan özgürlüğü elinden alınmış gibi oldu. Bitti.

7 Mayıs 2007 Pazartesi

Bıyıklarım kısmen sarı çıkıyor. Sakallarımda ise esamesi yok sarının. Göğsümdeki kıllar gayet siyah iken koltuk altımda seyrek ve sarı ve yumuşak tüyler var. Bacak ve kollarımdaki kıllar kışın siyahken yazın güneşi görünce sararıyor.

... Refüje saçılmış iskambil kartları boyunca yürüdüm. Bazılarına gözüm takıldı, hatta eğilip içlerinden birini almak bile geçti içimden.

Kupa 9'lusunu mu almalıydım? Karo kızını mı? Yoksa Sinek 2'lisini mi? Hiç birini yeterince sevemedim. Önce kendi rengime karar vermeliydim belki de. Tam bunları düşünüyorken Maça Valesi'ni gördüm. Biraz çamurlanmış, biraz eskimişti. Üstelik bildiğim kadarıyla Maça, esmerdi. Benim olmadığım kesin olan tek renk. Kumral denebilirdi bana; keza, öyle görmek isteyen biri tarafından sarışın da.

O ben, Maça Valesi'ni aldım yerden.

4 Mayıs 2007 Cuma

Ummak, dilenmektir.

Kader bildiklerinden ya da insan saydıklarından, ama dilenmektir.

Umduğunu ilk kez fark eden biri, o an, mendilini de yere açmış ve dilenmeye başlamış demektir.

Umut etmenin belki de tek elle tutulur yanı olan “umudun gerçekleşmesine dair güçlü arzu, heves” ve “gerçekleşmesi ihtimalinin bile verdiği eşsiz haz” ise oldukça kısa sürede kanaatkar hale gelir.

Geçmişte, karşılaşacağı aşıktan bütünüyle dürüst ve çapraşıksız duygular uman pervasız yalnızlara bugün bir bakın. Çoğunluğunu, umduklarının çok dışında beraberlikler yaşarken göreceksiniz.

İşte dilencilerin ev sahibi bile olsalar “gönlünden ne koparsa” deyişleri de tam bu yüzdendir.

3 Mayıs 2007 Perşembe

Sorduğumda,
Neyini seveyim ben senin?
Demenden çok korkuyorum.
Naaparım dersen?

Çişimi yaparken,
Aklıma gelen şeylerle sana kendimi sevdirmeye çalışıyorum.

Çünkü çişimi yaparken
“Lütfen çişinizi klozete damlatmayınız” kılıklı,
Bizzat yazdığım yazı,
Karşıma çıkıyor.

Karşıma çıkıyorum

Karşı çıkmıyorum.
Ama her yerde de olamıyorum.

Her nerede varsam,
Benden memnunmuşsun gibime geliyorum.

Bazenleri oluyor öyle.

Ah.. Ne güzel şey olduğunu bilemezsin.